39,0328$% 0.29
44,1568€% 0.25
52,5720£% 0.31
4.145,09%0,54
3.309,32%0,44
9.475,21%0,81
04 Nisan 2025 Cuma
Yaz aylarının yaklaşmasıyla birlikte Ege’nin serin sularına, altın renkli kumsallarına ve bereketli rüzgârına özlem yeniden gün yüzüne çıkıyor. Geyikli’den Bozcaada’ya kadar uzanan bu eşsiz kıyı hattı, sadece yerli değil, her yıl binlerce yabancı turistin de gözdesi. Fakat tam da bu güzelliğin ortasında, çoğu kişinin hafife aldığı bir tehlike sessizce büyümeye devam ediyor: müsilaj, yani halk arasındaki adıyla deniz salyası.
Son yıllarda Marmara Denizi’nde başlayan ve Çanakkale Boğazı yoluyla Ege’ye kadar sarkan bu çevresel tehdit, doğrudan turizm ekonomisini hedef alıyor. Bozcaada sahillerinde yüzmek isteyen turistin denizde karşılaştığı o jölemsi, yapışkan yapı; Geyikli iskelesinden tekne turuna çıkan bir ailenin burnunu tırmalayan o kesif koku; sahildeki işletmenin masa sandalye düzenini, gelirini ve en önemlisi bölgenin imajını etkiliyor.
Sorun sadece estetik ya da konforla sınırlı değil. Müsilaj, deniz yaşamını tehdit ediyor; oksijeni azaltarak balık popülasyonlarını yok ediyor. Bu da sadece turisti değil, balıkçıyı, restoran sahibini, tekne kaptanını da vuruyor. Zincirleme bir ekonomik daralma yaratıyor.
Peki biz bu tehlikenin gerçekten farkında mıyız?
Belediyeler, STK’lar, turizm işletmeleri, bölge halkı… Herkes “deniz temiz olsun” diyor ama arıtma tesisleri yetersizse, tarım ilaçları denize akmaya devam ediyorsa, bilinçsiz atık boşaltımı sürüyorsa ne denizin ne de turizmin geleceğinden söz edebiliriz.
Şimdiden bazı küçük işletmeler, sosyal medya hesaplarında “Bozcaada’da deniz temiz” ya da “Geyikli sahilinde müsilaj yok” gibi açıklamalar yapmaya başladı. Bu bireysel çabalar önemli ama bölgesel bir mücadele planı olmadan etkili sonuç almak mümkün değil.
Eğer gerekli önlemler bugünden alınmazsa, Bozcaada’nın tertemiz koyları birer efsaneye dönüşebilir. Geyikli iskelesi, feribot bekleyen kalabalıkların değil, boş masa ve sandalyelerin sessizliğine sahne olabilir.
Bu yazıyı okuyan herkese bir çağrım var:
Denizimize sahip çıkalım. Bu sadece bir çevre sorunu değil, bu bir gelecek meselesi.
Müsilajı sadece haber bültenlerinde değil, kıyımızda gördüğümüzde değil; her gün, her kararda hatırlamalıyız.
Çünkü bu tehlike, farkında olmayanları daha çok etkiliyor.
Boykot, tarih boyunca bir direniş aracı olarak kullanılmış, toplumsal reflekslerin en güçlü dışavurumlarından biri olmuştur. Tüketim alışkanlıklarını değiştirmeye yönelik kolektif bir irade göstergesi olan boykotlar, bazen bir milletin bağımsızlık mücadelesinde, bazen de siyasi veya ekonomik bir tavır olarak kendini göstermiştir. Türkiye’de boykotlar, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, 2000’lerden günümüze kadar farklı şekillerde ortaya çıkmıştır.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Boykot Kültürü
Osmanlı’da boykotlar genellikle ekonomik sömürüye ve yabancı sermayeye karşı bir refleks olarak gelişmiştir. 1908’deki Reji İdaresi boykotu, yerli tütün üreticilerinin Fransız sermayeli tütün tekeline karşı verdiği mücadelenin bir parçasıydı. Halk, baskıcı politikalar nedeniyle Reji’nin ürünlerini almayarak direniş göstermiş, bu süreçte kaçakçılık ve yerel üretime yönelme artmıştır.
Bir diğer önemli boykot, 1913’te Osmanlı topraklarında Amerikan mallarına karşı başlatılan hareketti. ABD’nin, Osmanlı vatandaşı Ermenilere vatandaşlık hakkı vermek istemesi üzerine halk Amerikan mallarını protesto etmeye başladı. Ancak bu boykotun etkisi sınırlı kaldı, zira Osmanlı, ekonomik olarak dışa bağımlı bir haldeydi ve halkın tüketim tercihlerini değiştirecek bir üretim alternatifi oluşturulamamıştı.
Cumhuriyet’in ilanından sonra boykot refleksi daha kurumsal bir nitelik kazandı. 1919’da İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlarla, işgal altındaki topraklarda yerli ekonomiyi koruma amacıyla Rum ve Ermeni tüccarlardan mal alınmaması yönünde bir boykot başlatıldı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında da bu refleks, millî iktisat politikaları çerçevesinde şekillenmeye devam etti.
Soğuk Savaş Döneminde Boykotların Siyasallaşması
1964 yılında ABD’nin Türkiye’ye silah ambargosu koyması, Amerikan mallarına karşı geniş çaplı bir boykot dalgasına yol açtı. “Cola içme, süt iç!” sloganlarıyla yürütülen kampanya, Amerikan markalarına yönelik tüketimden kaçınmayı teşvik etti. Ancak Türkiye’nin NATO üyesi olması ve Batı ile kurduğu ekonomik ilişkiler nedeniyle bu tür boykotların kalıcı bir etkisi olamadı.
1970’li yıllarda ise boykot kavramı sadece dış politikaya karşı değil, işçi hakları mücadelesinde de önemli bir araç olarak kullanıldı. 15-16 Haziran 1970’te sendikal hakların kısıtlanmasına karşı büyük çaplı bir işçi hareketi gerçekleşti. İşçiler, üretimi durdurarak boykotun gücünü gösterdi. Aynı dönemde öğrenci hareketleri de eğitim sistemine, harçlara ve hükümet politikalarına karşı boykot eylemlerini sıkça kullanıyordu.
2000’lerden Günümüze Boykotun Dönüşümü
2000’li yıllarda Türkiye’de boykot, küreselleşen ekonominin ve sosyal medyanın etkisiyle daha hızlı yayılabilen bir eylem biçimi haline geldi. 2005 yılında Fransa’nın Ermeni Soykırımı’nı tanıyan yasa tasarısını kabul etmesi, Türkiye’de Fransız mallarına yönelik bir boykot dalgasına sebep oldu. Renault, Carrefour ve Danone gibi Fransız markalarına yönelik protestolar yapılsa da, bu boykotun uzun vadeli bir ekonomik etkisi olmadı.
2018’de ABD’nin Türkiye’ye yönelik yaptırımları ve ekonomik baskıları sonrası, devlet yetkilileri tarafından Amerikan ürünlerine boykot çağrısı yapıldı. Özellikle iPhone ve ABD menşeli markalara yönelik tepki, sosyal medyada büyük yankı buldu. Ancak küresel tedarik zincirleri içinde entegre hale gelmiş bir ekonomide, bu tür boykotların sürdürülebilirliği tartışmalı hale geldi.
Son olarak 2023 yılında İsrail’in Filistin’e yönelik saldırıları sonrası, Türkiye’de İsrail mallarına karşı geniş çaplı bir boykot dalgası başladı. Gazze’de yaşanan insani trajediye tepki olarak birçok STK ve bireysel tüketici, İsrail menşeli ürünleri satın almamaya yönelik kampanyalar düzenledi. Ancak İsrail ile Türkiye arasındaki ticari ilişkilerin hacmi göz önüne alındığında, bu boykotun ekonomik boyutu sınırlı kaldı.
Özgür Özel ve CHP’nin Boykot Çağrısı
Günümüzde boykot sadece bireysel ya da sivil toplum hareketleriyle değil, siyasi partiler aracılığıyla da gündeme geliyor. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in son dönemde yaptığı boykot çağrıları, özellikle ekonomi politikaları ve insan hakları ihlalleri çerçevesinde şekilleniyor. Ancak Türkiye’de boykotun geleneksel olarak kalıcı bir etki yaratamaması, bu çağrının ne ölçüde karşılık bulacağına dair soru işaretleri oluşturuyor.
Özel’in çağrısı, bir siyasi parti liderinin doğrudan boykot üzerinden kamuoyuna seslenmesi bakımından önemli bir gelişme olsa da, bugüne kadar Türkiye’de gerçekleştirilen boykotların başarı oranı düşünüldüğünde, sürdürülebilirliği ve etkisi tartışmaya açık. Tarih boyunca Türkiye’de boykotlar genellikle devlet eliyle veya büyük kitlelerin katılımıyla başarılı olmuştur. Bu nedenle CHP’nin çağrısının geniş bir halk desteği alıp almayacağı, toplumun ekonomik ve siyasi duyarlılığına bağlı olacaktır.
Boykot, bir protesto aracı olarak her zaman varlığını sürdürecektir. Ancak Türkiye gibi ekonomik bağımlılıkların fazla olduğu bir ülkede, boykotların etkili olabilmesi için hem siyasi hem de ekonomik dinamiklerin dikkatlice analiz edilmesi gerekiyor. Özgür Özel’in çıkışı, eğer somut bir ekonomik ve sosyal tabana oturtulamazsa, geçmişte olduğu gibi sembolik bir tepki olarak kalabilir.
Baharı müjdeleyen, doğanın uyanışını simgeleyen Nevruz, Türk halk kültüründe derin köklere sahip bir gelenektir. Ancak bu bayram sadece doğanın yeniden canlanmasını kutlamaktan ibaret değil; aynı zamanda tarih boyunca farklı anlamlar yüklenmiş, siyasi ve toplumsal katmanlarla zenginleşmiş bir kültürel mirastır.
Tarih Boyunca Nevruz: Ritüellerin ve İnançların Buluşma Noktası
Nevruz, kökeni İslamiyet öncesi dönemlere uzanan, Türk dünyasında ve birçok farklı coğrafyada kutlanan bir bayramdır. İlkbaharın gelişiyle birlikte doğanın yeniden canlanmasını simgeleyen bu gün, eski Türklerde ateşin etrafında toplanma, suyla arınma ve çeşitli ritüellerle kutlanmıştır. Osmanlı döneminde sarayda “Nevruziye Bahşişi” adıyla törenler düzenlenmiş, halk ise mesire yerlerinde eğlencelerle kutlamalarını gerçekleştirmiştir.
İslamiyet sonrası dönemde Nevruz, dini bir kimlik de kazanmış, Hz. Adem’in yaratılışı, Hz. Nuh’un tufandan kurtuluşu gibi efsanelerle ilişkilendirilmiştir. Alevi-Bektaşi geleneğinde ise Nevruz, Hz. Ali’nin doğum günü ve İmamlık makamına geçişiyle özdeşleşmiştir. Bu durum, Nevruz’un farklı inanç toplulukları tarafından farklı anlamlar yüklenerek kutlandığını göstermektedir.
Siyasi ve Toplumsal Bir Sembol Olarak Nevruz
Tarih boyunca halkların ortak kültürel değerlerinden biri olan Nevruz, günümüzde siyasi bir sembol haline de gelmiştir. Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde bağımsızlığın ve milli kimliğin bir göstergesi olarak kutlanırken, Türkiye’de ve Ortadoğu’daki bazı bölgelerde etnik ve siyasi anlamlar da yüklenmiştir. Türkiye’de özellikle Kürt kimliğiyle ilişkilendirilen Nevruz kutlamaları zaman zaman siyasi gerilimlere sahne olmuştur. Ancak unutulmamalıdır ki Nevruz, sadece belirli bir grubun değil, tüm halkın ortak kültürel mirasıdır.
Günümüzde Nevruz, toplumları bir araya getiren bir bayram olarak kutlanmalıdır. Kültürel değerlerimizi yaşatırken, siyasi ayrışmaları derinleştirmek yerine toplumsal birlikteliği güçlendirmek için bir fırsat olarak görülmelidir. Anadolu’daki Türkmen, Yörük, Kürt, Alevi ve Sünni toplulukların yüzyıllardır birlikte kutladığı Nevruz, tam da bu birlikteliğin en güzel örneklerinden biridir.
Nevruz’un Günümüzdeki Yeri ve Geleceği
Küreselleşme ve modernleşme ile birlikte geleneksel bayramların anlamı da dönüşmektedir. Nevruz, artık sadece kırsal kesimde değil, büyük şehirlerde de farklı formatlarda kutlanmaktadır. Üniversitelerden belediyelere, sivil toplum kuruluşlarından kültürel derneklere kadar geniş bir yelpazede etkinlikler düzenlenmektedir. Ancak, bu kutlamaların geleneksel motiflerini ve köklü ritüellerini kaybetmemesi önemlidir.
Bugün Nevruz’u nasıl yaşatacağımız, geçmişten miras aldığımız bu kültürel değeri nasıl geleceğe taşıyacağımız bizim elimizde. Tarihi bağlarını unutmadan, siyasallaşmadan, halkı ayrıştırmadan kutlanan bir Nevruz, toplumları birleştiren güçlü bir gelenek olarak varlığını sürdürebilir.
Nevruz’un kutlandığı her yerde, ateşlerin etrafında birleşen insanların dilekleri ortak: Daha güzel, daha huzurlu, daha barışçıl bir gelecek… Öyleyse, Nevruz’un özünü unutmadan, hep birlikte baharı karşılayalım. Nevruz’unuz kutlu olsun!
Her yıl 21 Mart, Ormancılık Günü olarak kutlanmakta. Bu özel gün, ormanların korunması ve sürdürülebilir yönetimi için farkındalık yaratma amacı taşıyor. Ancak, maalesef bu farkındalık çoğu zaman siyasi tartışmalar ve ekonomik çıkarlar arasında kayboluyor. Kazdağları, işte tam da bu tartışmaların merkezinde yer alıyor; zira bu efsanevi dağlar hem doğal güzellikleri hem de zengin ekosistemleriyle her bireyin ve her siyasetçinin koruması gereken bir hazine.
Kazdağları’nın sahip olduğu doğal zenginlikler, yalnızca ekoturizm için değil, aynı zamanda yerel ekonomik sürdürülebilirlik için de hayati öneme sahip. Burada bulunan yüzlerce endemik bitki türü, binlerce hayvan türüne ev sahipliği yaparken, bu dağların derinliklerindeki ormanlar, su havzalarını besliyor ve iklim dengemizi sağlıyor. Ancak, bu doğal cennet, madencilik faaliyetleri, tarım arazilerinin genişlemesi ve yapılaşma gibi tehditlerle karşı karşıya.
Siyasi tartışmaların yalnızca çıkar temelli olduğu bir ortamda, Kazdağları’nın korunması gerekliliği, toplumun her kesimine seslenmeyi gerektiriyor. İktidar ve muhalefet; ormanların sürdürülebilirliği için ortak bir dil bulmalı. Sadece bu ormanların değil, geleceğimizin de korunması için diyalog ve iş birliği şart. Yerel halkın ve çevre aktivistlerinin sesine kulak vermek, bu konuda atılacak adımların başında gelmeli.
Kazdağları’nın korunması konusunda alınacak önlemleri düşünürken, kesinlikle yapılması gereken ilk şey, mevcut yasaların sıkı denetimi ve uygulanmasıdır. Orman suçlarına karşı caydırıcı yaptırımların uygulanması; illegal ağaç kesimlerinin, madencilik faaliyetlerinin ve doğa talanının önlenmesi için büyük önem taşıyor. Bu bağlamda, çevreciler ve uzmanlar tarafından geliştirilecek projelerin desteklenmesi de kritik.
Bunun yanı sıra, kamu bilincinin artırılması adına gerçekleştirilecek eğitim programları ve kampanyalar, toplumsal duyarlılığı artıracaktır. Her bireyin doğaya karşı sorumluluğunu bilmesi, Kazdağları’nın geleceği için atılacak en önemli adımlardan biri olacaktır.
Unutulmamalıdır ki, ağaçlar yalnızca birer bitki değil; aynı zamanda hayat kaynağımız. Onlar, karbondioksiti emerek, hava kalitemizi yükseltiyor ve iklim değişikliğiyle mücadelede kritik rol oynuyor. Kazdağları’nın ormanlarını kaybetmek, sadece biyoçeşitliliği tehdit etmekle kalmayacak, aynı zamanda su kaynaklarımıza, tarım ürünlerimize ve insanların yaşam standartlarına da büyük zarar verecektir.
Bu 21 Mart’ta, her birimizin Kazdağları’nı koruma görevini üstlenmesi gerektiğini vurgulamak istiyorum. Siyasi rekabeti bir kenara bırakıp, doğamız için el birliğiyle mücadele etme zamanı. Kazdağları, sadece bir doğal alan değil, geleceğimizin tarihidir. Unutmayalım ki, doğanın korunması, insanların kendilerini korumalarıdır.
Bugün 18 Mart. Çanakkale Zaferi’nin yıl dönümü… Bir milletin yeniden doğduğu, vatan toprağının kanla mühürlendiği o büyük gün. Kurtuluş Savaşı öncesi bir liderin doğduğu, Atatürklerin filizlendiği, her metre karesinde binlerce Mehmetçiğin yattığı toprak…
Her yıl olduğu gibi, bugün de Çanakkale’nin kahramanlarını anıyoruz. Yiğitçe mücadele eden Mehmetçikleri yad ediyor, nesilden nesile bu büyük destanı aktarıyoruz.
Ezineli Yahya Çavuş ve Mehmetçiğin Destanı
Ezineli Yahya Çavuş, 25 Nisan 1915 sabahı Seddülbahir’de, Ertuğrul Koyu’nda destan yazan bir kahramandı. Emrinde sadece 67 Mehmetçik vardı. Karşısında ise modern silahlarla donatılmış, sayıca katbekat üstün bir düşman gücü… Ancak Yahya Çavuş ve arkadaşları, o sabah Çanakkale’nin geçilmez olduğunu dünyaya kanıtladı.
İngiliz ve Fransız birlikleri, ağır donanma desteğiyle kıyıya çıkmaya çalışırken, Ezineli Yahya Çavuş ve 67 kahraman, vatan toprağına tek bir düşman askerinin bile basmaması için göğüslerini siper etti. Günlerce süren çarpışmalarda, mühimmatları bitene kadar direndiler. Son kurşun atıldığında bile geri çekilmek yerine süngüyle, yürekleriyle savaştılar. Onların azmi ve fedakârlığı, düşmanı büyük kayıplara uğratarak planlarını bozdu.
O gün orada can veren Mehmetçikler, Çanakkale’nin kaderini değiştirdi. Yahya Çavuş’un adı, tarihe altın harflerle yazıldı. Bugün Seddülbahir’de, Ertuğrul Koyu’nda yükselen Yahya Çavuş Şehitliği, bu topraklar için canını veren Ezinelilerin hatırasını yaşatıyor.
Ezine’den Çanakkale’ye Koşan Yiğitler
Yahya Çavuş yalnız değildi. Ezine’nin köylerinden, tarlalarından, dağlarından nice yiğit, Çanakkale cephesine koştu. O gün cepheye gidenlerin çoğu gençti, belki henüz bıyığı terlememişti. Ancak yüreklerinde büyük bir vatan aşkı vardı. Kimi topçu bataryalarında, kimi siperlerde, kimi ise süngü hücumunda tarihe iz bıraktı.
Ezine’nin kahramanları, yalnızca savaş meydanında değil, cephe gerisinde de destan yazdı. Ezine’nin anaları, bacıları, cepheye mermi taşıdı, askerlerin yaralarını sardı. O yüzden Çanakkale’de sadece erkekler değil, kadınlar da savaştı. Siperlerde savaşanların arkasında, onların direncini besleyen bir başka kahraman ruh vardı.
Bugün Ezineli Olmak, O Günleri Hatırlamak Demektir
Ezine, sadece doğasıyla, tarihiyle değil, yetiştirdiği kahramanlarla da anılmalı. Bugün Çanakkale’ye gidenler, Yahya Çavuş’un izlerini taşıyan bu toprakların çocukları olarak, geçmişin mirasını omuzlarında taşıyorlar.
Ezineli olmak, Çanakkale ruhunu iliklerinde hissetmektir. Ezineli olmak, Yahya Çavuş’un azmini, cesaretini, fedakârlığını taşımaktır. Ezineli olmak, geçmişine sahip çıkıp, geleceğe aynı inanç ve kararlılıkla bakmaktır. Ezineli olmak küçük hesaplarla günü kurtarmak değil, atalarından aldığı kudret ile vatanına kanın son damlasına kadar sahip çıkmaktır. Ezineli olmak ayrışmak için adımlar atmak değil, bir araya gelip Ezine’yi geliştirmek, atarlarımızın yaptığı gibi bir arada el ele olmaktır.
Bugün, 18 Mart’ta, Ezine’nin kahramanlarını, Yahya Çavuş’u ve onunla birlikte şehadete yürüyenleri rahmet ve minnetle anıyoruz. Onlar, yalnızca Çanakkale’nin değil, tüm milletin hafızasına kazınmış, unutulmaz yiğitlerdir.
Ruhları şad olsun.